4 Nisan 2012 Çarşamba

Asit-Baz Dengesinin Düzenlenmesi Ve Önemi

Asit-baz dengesi, vücut sıvılarındaki hidrojen iyonu (H+) konsantrasyonun dengesi anlamına gelir. Vücut sıvılarında çok az miktarda H+ iyonu bulunmasına rağmen, konsantrasyondaki çok küçük değişiklikler bile hücrelerdeki enzimatik reaksiyonları ve fizyolojik olayları etkileyerek bazılarını baskılar, bazılarını ise hızlandırır. Bu nedenle hidrojen iyon konsantrasyonunun düzenlenmesi, homeostazisin çok önemli bir parçasıdır.
Sağlıklı bir insanın kanında 36-40 nmol/L hidrojen iyonu bulunur. Vücuttaki yüksek hidrojen iyon konsantrasyonuna asidoz, düşük hidrojen iyon konsantrasyonuna ise alkaloz adı verilir.
Asit ve Bazların Tanımı
Proton verici molekül veya iyonlara asit, proton alıcı molekül veya iyonlara ise baz adı verilir. Eğer protonun aslında bir hidrojen iyonu olduğu göz önünde bulundurulursa, asitler eriyiklere hidrojen iyonu katan molekül ya da iyonlardır. Bazlar ise eriyikteki hidrojen iyonunu bağlayarak oradan uzaklaştırırlar.

Vücut Sıvılarındaki Hidrojen İyon Konsantrasyonu ve pH
Vücut sıvılarındaki hidrojen iyonu konsantrasyonunu belirtmek için pH sembolü kullanılmaktadır. Bir solüsyondaki hidrojen iyonu konsantrasyonunun negatif logaritmasına pH denir. pH ile mevcut hidrojen iyon konsantrasyonu arasındaki ilişki aşağıdaki formül ile gösterilebilir.
pH = log 1/ H+ kons = - log H+ kons
Formüle göre, pH’nın düşük olması asidoz olarak tanımlanan yüksek hidrojen iyon konsantrasyonunu; pH’nın yüksek olması ise alkaloz olarak tanımlanan düşük hidrojen iyon konsantrasyonunu göstermektedir.
İnsan vücudundaki kanın pH'sı, ömür boyu belirli bir dengede tutulmakta olup ortalama pH 7.4 olarak saptanmıştır.
pH 7.4 düzeyi, hidrojen iyonu konsantrasyonunun yaklaşık 40 nmol/l olduğunu gösterir ve bu da fizyolojik pH değeridir. Normal arter kanındaki pH 7.35 ile 7.45 arasında değişir. Venöz kanda ise pH değeri 0.03-0.05 daha düşüktür. pH ile HCO3 ve pCO2 değerleri arasında matematiksel bir ilişki vardır. Asit- Baz bozukluğu bunların bir veya ikisinde meydana gelen değişiklikler sonucunda oluşur.
(HCO3 -)
pH = Sabit Değer ´
pCO2
ömür boyunca, yaz – kış ve gece - gündüz demeden kanın pH'sı sabit tutulmaya çalışılmaktadır. Asidik veya bazik yönde pH değerinde 0.2 gibi çok az bir oynamanın dahi olması, hayati tehlike yaratır. İnsanlarda bu değer 7.35'in altında veya 7.45'in üzerinde olursa hayati tehlike ortaya çıkar. pH'nın korunmasında vücudun asit-baz tampon sistemleri ile birlikte akciğer ve böbreklerin büyük rolü vardır. Asidik iyonlar, akciğer ve böbreklerden dışarı atılırlar.
pH Değişimlerine Karşı Vücudun Korunması
Hücresel metabolik olaylar sonucunda, vücutta sürekli olarak asit özellikte maddeler oluşmaktadır. Bu asit maddeler 2 ana gruba ayrılır:
1- Volatil asitler
Karbondioksite dönüşebilen asitlerdir. Karbonhidrat ve yağların yanması sonucunda ortaya çıkan CO2, eritrositler tarafından tamponlanır ve akciğerlere taşınarak solunum ile atılır.
2- Nonvolatil asitler
Karbondioksite dönüşemeyen asitlerdir. Aminoasitler, nükleoproteinler, fosfolipid ve fosfoproteinlerin yıkılması; aminoasitler, karbonhidrat ve yağ asitlerinin inkomplet yanması ile oluşurlar.
Vücuttaki pH değişikliklerini önleyici çeşitli kontrol sistemleri bulunmaktadır. Bu sistemler sayesinde, metabolik işlevler sonucu sürekli olarak H+ oluşmasına rağmen, vücut sıvılarındaki pH 7.35-7.45 gibi çok dar sınırlar arasında tutulmaktadır. Bunu sağlayan başlıca 3 mekanizma vardır:
1-Kimyasal (Asit-Baz) Tampon Sistemleri
2-Akciğerler yoluyla CO2 atılımının kontrolü
3-Böbreklerden amonyak üretimi ile serbest H+ atılımının sağlanması; bikarbonatın emilmesi ve yeniden oluşması.
Bir çözeltiye asit veya alkali ilave edildiğinde oluşan belirgin pH değişikliklerini azaltan kimyasal maddelere tampon adı verilir. Bütün vücut sıvılarında asit-baz tampon sistemleri vardır. Bunlar asit ve alkalilerle hemen birleşerek hidrojen iyon konsantrasyonundaki büyük değişiklikleri önlerler. Vücudun 4 ana kimyasal tampon sistemi vardır:
a- Eritrosit-Hemoglobin tampon sistemi
b- Protein tampon sistemi
c- Fosfat tampon sistemi
d- Bikarbonat-karbonik asit tampon sistemi
Bu tampon sistemleri içinde vücudun en önemli sistemi, bikarbonat-karbonik asit tampon sistemidir. Bikarbonat-karbonik asit tampon sistemi, zayıf bir asit olan karbonik asit ile kuvvetli bir baz olan bikarbonatın meydana getirdiği tuzun karışımından ibarettir. Hücre içi sıvılarda çok az sodyum bulunduğu için bikarbonat iyonları başlıca potasyum ve magnezyum bikarbonat tuzu olarak bulunur. Solunum sistemi karbondioksidi, böbrekler ise bikarbonat iyonunu dengeler. Böylece kan pH’sı solunum ve böbrek sistemleri ile yukarı ya da aşağı kaydırılabilir.
Eğer hidrojen iyon konsantrasyonu artmışsa solunum merkezi derhal uyarılıp solunum hızı değiştirilir. Kanın ve dokuların yeterince oksijenlenmesi, vücudun pH dengesini kontrol etme yöntemlerinden biridir. Oksijen kan ve dokulardaki alkali ortamı desteklerken, karbondioksit asidoza katkıda bulunur. Derin, kontrollü ve diafram kasını kullanarak nefes alındığında daha çok oksijen alınmış ve daha çok karbondioksit dışarı atılmış olur; bu da vücuttaki asidin azalması demektir. Bu açıdan bakıldığında doğru nefes alıp vermenin, vücut pH’nı dengede tutmak için ne kadar önemli olduğu anlaşılmış olur.
Böbrekler ise asit ya da alkali idrar oluşturmak suretiyle, vücut sıvılarındaki hidrojen iyon konsantrasyonunu (pH’yı) normale dönüştürmeye yardımcı olurlar. Dakikada bir litre kan süzerek asitlerin vücuttan atılmasını sağlarlar.
Vücudumuzdaki trilyonca hücrede meydana gelen metabolik değişiklikler ve enerji oluşumu sırasında karbonik asit (H2CO3), asetik asit, fosforik asit ve sülfirik asit gibi çeşitli asidik maddeler ortaya çıkar. Buna ilave olarak asitleşmeye sebep olan besinlerin de yenmesiyle vücuttaki asit miktarı daha da yükselir. Bu da çeşitli hastalıklara davetiye çıkarır. örneğin Helicobacter pylori isimli bakteri, vücudun asitleşmesi yani asidoz nedeniyle zayıflamış olan mide ve onikiparmak bağırsağına daha kolay yerleşir.
Kimyasal tampon sistemleri ile vücudun asit-baz dengesi korunur. Karbonik asit ve laktik asit (süt asidi), su ve karbondiokside dönüşür ve bu da böbrekler ve akciğer tarafından dışarı atılır. Dışarı atılamayan asitler, mineraller tarafından tuza dönüştürülür (asidik tuzlar, bazik tuzlar veya halojenik tuzlar, yemek tuzu değil). H2CO3 + X (sodyum, klor, flor, kalsiyum, magnezyum vb metal, ,ametal halojenler)→XHCO3 oluşur. Daha sonra bağ dokularına toksin olarak yerleşir ve ileride atılmak için burada depolanırlar. Bunların sürekli depolanması hücre ve dokuların beslenmesini engeller.
Bağ dokusuna yerleşmiş olan bu toksinlerin üzerine daha sonra bakteri, virüs ve mantarlar yerleşerek zehirli gazlar, zehirli alkoller ve hormona benzer biyojen aminler üretirler. Bunun sonucunda sayısız hastalıklar için çeşitli merkezler oluşur.
Eğer asit miktarı aşırı derecede yükselirse, geçici olarak bağ dokusu, eklem ve kaslara asit şeklinde depolanır. Eklemlerde bulunan kıkırdak dokusu alkali yapıdadır. Bu nedenle bu bölgeyi istila eden asidik maddeler pek çok kronik hastalığın oluşumuna kaynaklık ederler. Bu asitler omuz, sırt, bel ve baş ağrıları gibi pek çok ağrının ana kaynağıdır. Modern tıpta bu hastalıkları boş yere kortizonla tedavi etmeyi denerler. Oysaki kortizonlar ek olarak birçok başka hastalılığa sebep olurlar.

Kan ve hücreler arası sıvıda karbonik asit, asetik asit, fosforik asit, sülfürik asit ve süt asidinin (laktik asit) yoğunlaşması, kalp kaslarına zarar vererek kalp krizine neden olur. Ayrıca beyin kanaması, kan dolaşımında çeşitli anormallikler ve müzmin iyileşmeyen yaralar görülür.
Hemoglobin ve sodyum bikarbonat, oluşan asitlerin bir kısmını tampon sistemi ile baza çevirir ve asitleşmeyi önler. Bu işlem eğer vücutta yeterince mineral varsa gerçekleşebilir; yoksa depolanarak toksin oluşturulur.
Mide tarafından tuz ve karbonik asit, sodyum bikarbonat ve hidroklorik aside çevrilir ( NaCl + H2CO3 → NaCO3 + HCl ). Mide birkaç tabakadan oluşur ve bu görevi iç tabakalar görür. Hidroklorik asit midenin içine verilirken sodyum bikarbonat pankreasa gönderilir.

Kanın pH değeri 7.4 yani hafif bazik olup bu değer 7.35 ile 7.45 arasında değişebilir. Vücudumuzdaki metabolik hareketler sonucu asit oranı yükselir ancak bunun belli bir zaman sonra yeniden normal seviyeye gelmesi gerekir.
Bilindiği gibi tuzun yapısı sodyum ve klorid isimli iki elementten oluşur. Sodyum, potasyum, kalsiyum ve magnezyum gibi bazik özelliklere sahip mineraller, kanın asit-baz dengesini sağlamada önemli rol oynarlar.
Eğer kişi aşırı miktarda et, peynir ve tatlı yiyor ve sigara, alkol ve siyah çay içiyorsa kanın pH değeri asitleşir, çünkü bu besinler asitleşmeyi artırırlar.

Bağırsaklardaki pH’nın 5-7 arasında olması gerekir. Yani ortam hafif asit olmalıdır. çünkü bağırsak florasının en önemli ve faydalı bakterilerinden biri olan laktik asit bakterileri ancak bu ortamda yaşayabilirler. Bağırsak florasını oluşturan bakteriler lifli besinleri parçalayarak yağ asitlerine dönüştürürler. Bu da insan sağlığı için çok önemlidir. Bağırsak florası aynı zamanda B12 ve K2 vitamini gibi önemli vitaminleri de üretirler. Kişi eğer lifli besinler (sebze, meyve ve kepekli un mamulleri) yemezse vitamin yetersizliği ortaya çıkar.
Bağırsak florasındaki düzensizlik ve değişiklik insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Bağırsaklardaki zehirli gaz dışarı atılamazsa sindirim salgılarına karışır ve zehirlenmeye neden olur. Son yıllarda adından sıkça söz ettiren, bedendeki toksin birikiminin asıl nedeni burada yatmaktadır.
Kalp kaslarının pH'sı 6.9 yani çok hafif asidik özellikte olmalıdır; bu değer 6.5'in altına düşerse kalp krizi ortaya çıkar.

Vücuttaki asit oranının en çok arttığı dokuların başında bağdokusu ve lenf bezleri gelir. Asitleri, asidik tuzlara çevirirken lenf bezlerinde şişlikler oluşur. Bu dokularda yapılacak olan incelemeler ile, kişinin toksin yükü hakkında kapsamlı bir bilgiye ulaşmak mümkündür. Bu da laboratuar incelemelerinin yanı sıra günümüzde artık işleyiş mekanizması daha iyi kavranmış olan kuantum fiziği sayesinde olmaktadır. Kinezyolojik inceleme, Voll’e göre elektriksel akupunktur ve proquant gibi ölçümler sayesinde sağlıklı bilgilere daha kolay ulaşmak mümkündür.

Aşırı derecede artmış asitlerin vücutta oluşturduğu asidoz nedeniyle mantarlar özellikle bağırsak mantarları (kandidalar) çoğalırlar. Gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların pek çok kronik hastalığına, bağırsaklardaki mantar sayısının (kandida) oransal olarak artmasının neden olduğu düşünülmektedir.

Asidozla birlikte amonyak, aflatoksin ve aldehidler çoğalır ve bunlar başta karaciğer ve beyin olmak üzere tüm bedene zarar verirler.

Asidoz nedeniyle periferik kan dolaşımı ve lenfatik dolaşım bozuklukları ortaya çıkar ve bunun sonucu olarak da o kişide varis, lenfatik dolaşım bozukluğu ve hemoroid oluşabilmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde dolaşım bozukluğu hastalıklarında, vücutta birikmiş asit fazlalığına da dikkat etmek zorunluluğu vardır.

Tatlı besinler metabolik değişimler sonucu aside dönüşürler. Vücut bu asitleri atmaya çalışır ve bunu başaramazsa, toksinlere dönüştürerek bağ dokusunda biriktirip depolar.

Fazla yağlar, özellikle hayvansal besinlerin tüketimiyle alınanlar, asetik aside bu da asetik asit tuzuna dönüşür. Et mamullerindeki protein ise önce ürik aside çevrilir, ardından ürik asit tuzuna dönüşerek cüruf şeklinde depolanır.

Asitler asidik tuza dönüşürken sodyum, potasyum ve kalsiyum gibi mineraller aşırı derecede harcanır. Bir taraftan asitler nötürleştirilirken diğer taraftan hücre yapımında kullanılması gereken mineraller azalır.

Hücrenin asitleşmesi ve bağ dokusuna yerleşmiş olan toksinler nedeniyle hücreler katılaşır. örneğin eritrositler katılaşınca oksijeni ve besleyici maddeleri hücrelere kadar taşıyamazlar çünkü esnekliğini kaybetmişlerdir.

Asidoz nedeniyle nefes darlığı ortaya çıkar çünkü eritrositlerin oksijeni taşımalarında ve kılcal damarların kendi görevlerini yapmalarından zorluklar ortaya çıkar.
Asidozla birlikte kanda protein de varsa kanın akışkanlığı yavaşlar, artık madde oranındaki fazlalık kanda koyulaşmaya neden olur ve bunun sonucunda organ ve hücre düzeyinde oksijenlenme bozulur.

Toksinler için harcanan mineraller saç, tırnak ve kemiklerden alındığı için, kemiklerin yoğunluğu azalır, tırnaklar kırılır ve saçlar dökülür.

Bağ dokusunda yerleşmiş olan toksinler lenfatik sistemi bloke ederek bulundukları bölgenin sertleşmesine ve deride şişliklere neden olur; bacaklarda meydana gelen selülitin bu toksin birikimi sonucu oluştuğu artık bilinmektedir. özellikle lenfatik sistemin etrafını bir ağ gibi saran vejetatif sinir sistemine bu bakımdan çok önemli görevler düşmektedir. Sorunun giderilmesinde ve tedavi edilmesinde ise nöralterapinin yeri çok büyüktür.
Asidoz nedeniyle iğne şeklinde asit kristalleri oluşur ve bu kristaller kıkırdak dokusunu tahrip eder; netice olarak eklemler deforme olur. Bununla birlikte diskler de beslenemez ve disk fıtığı görülür. Asit kristalleri ayrıca sinir hücrelerine batar ve sinirsel ağrılar ortaya çıkar.

Dr. Tijen Acarkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder